Tema

 

GÖLGE VARSA IŞIK DA VAR

Ân-ı dâimdir hakikat güneşi

Niyâzî-i Mısrî

Âyîne-i pür-tâb-ı mücellâda nihânız

Neşâtî

Michel Tournier'nin “Kızılağaçlar Kralı” romanının kahramanı Abel Tiffauges'nün sözleriyle başlamak aydınlatıcı olabilir: "Her şey bir göstergedir. Ne var ki miyopluğumuzu ya da sağırlığımızı delmek için ya parlak bir ışık gerekir ya da tiz bir çığlık". Hakikat'in söylemsel olduğunu, dolayısıyla tarihsel olduğunu söyleyen Foucaultvari bir soykütük araştırması, bizi izafi Hakikat'in bireyden bireye, toplumdan topluma değiştiği bir noktaya getirip bırakmıştı. Bunun ardından gelen dilsel dönüş (linguistic turn) yine izafi Hakikat'in göstergelerin sonsuz oyununa bağlı olduğunu göstermişti. Ve sonunda göstergelerin manipüle edilebildiği bir çağa, “hakikat-sonrası” (post-truth) çağa ulaşmış olup, sadece felsefi anlamda değil, aynı zamanda toplumsal anlamda Hakikat kavramına güvensizliğin ve çözülmelerin eşiğinde yaşıyoruz. Birbirine sağlam dikilmemiş, kapitone noktaları zayıf modernist proje, postmodernist küvez içerisinde bir başka surette yeniden doğmak için çabalıyor olsa da, artık daha dağınık halde suyun yüzeyine yayılmış, ilintisiz ve ilişkisiz göstergelerin içinde yaşıyor. Bugün nihai gösteren'i belirsizleşmiş, daha doğrusu işaret'i silinmiş bir anlam oyununda, artık yüzeyde keşfedilmeyi bekleyen göstergesel kıtalardan değil, daha derinden iskandil edilen Batı dışı geleneklerden söz edebiliyoruz. Ataların ocağından külleri değil, 'kor'ları taşımaya kendini adamış düşünürler ve sanatçılar, bugün belleklerini eşeleyip küllerin arasından o “parlak ışığı” nasıl çıkarabileceklerini araştırıyor.
 

Yeniden Tahayyül Etmek
 

“Parlak ışığı” geleneğin külleri içinden çıkarmak, öncelikle kartezyen zihinsel kalenin duvarlarını yıkmak, Faal Akıl'la (intellect) aşkınlığa ve ona bağlı tinselliğe yeniden ulaşmakla mümkün görünüyor. Wittgenstein sistem dışı felsefesini kurarken “Felsefenin aslında şiir olarak kurulması gerekir” diyerek onun sadece akıl'la kurulmaması gerektiğini söylemeye çalışmıştı. Wittgenstein'ın ana çıkarımı bunu destekliyordu: “Dil dünyada var olan herşeyi kavrayamaz.” Dil, dünyada varolan herşeyi kavrayamıyorsa ve üzerine konuşulamayan hakkında susmak gerekiyorsa, yani Varlığı dile getirmek eksik, Tanrı'yı dile getirmek imkansızsa, o zaman aklın olmayana ergisi olan sezgi'yi (muhayyile) kullanmak gerekir. Böylece, rasyonel olanın aynı zamanda reel demek olmadığını, reel olanın aynı zamanda irrasyonel olabileceğini anlamak gerekir; tıpkı Pisagorcular'ın irrasyonel sayıları ispatlarken olmayana ergi yöntemini kullanmaları gibi.. Bu anlamda, felsefeyi şiir olarak kurmak demek, onun içinde sezgi'ye (muhayyile) yer açmak demektir; çünkü tahayyülü iptal eden felsefe, aklın yargıcıl cehennemine, kavramsal hapishanesine mahkum olacaktır. 

Tahayyül edildiği zaman, “malzemelerin en serti” olan sözcükler yumuşar, “malzemelerin en tedirgini” olan imgeler belirginleşir, çatışma çözülür; muhayyile'nin henüz kavramlaşmamış olanı yakalamaya en yakın olduğu anda “yeni olan” ortaya çıkar. Dolayısıyla muhayyile'nin önce, aklın tamamlanamayan kalesinin ya da bir başka deyişle, kavramsal hapishanesinin duvarlarını dağıtması, parçalaması gerekir.
 

İşaretler ve Yönelim
 

İslam sanatında ve Doğu sanatlarında, ışık ve gölge bir peinture düzleminde yer almaz, onların konumlandığı yer, sanatından ayrı düşünülemeyecek olan sanatçının muhayyilesidir. Özgün bir ontolojiye bağlı varlık duyumuyla izafi olan'ın, 'gölge'nin içinden geçerek, 'gölge'yi süzerek, Mutlak Olan'a, ışığa doğru yükselmeye çalışır. Şeyh Gâlip'in Hüsn ü Aşk'ında mutlak güzelliğin peşinde bir yolculuk yapan Aşk, ancak suretler kalesini yaktıktan sonra Hüsn'e ulaşır. Gölgelerden ve suretlerden kurtulup gölgenin ve suretin kaynağı olan ışığa kavuşmayı gönlüne koymuş muhayyile, aklın sarayını ateşe vermek ve göstergeler ağını yırtmak için geleneğin sunduğu 'işaretler'i elinin

altında hazır bulur. Bu anlamda gelenekten beslenen sanatçının, sadece gösteren ile gösterileni konjonktürel olarak birbirine bağlayan bir anlamlandırma düzeyinde değil, aynı zamanda “gösterilen”e bir vektör kazandıran, onu “aşkın gösterilen”e yönelten bir anlamlandırma düzeyinde çalıştığını söyleyebiliriz.

Bugün, benliğini geleneğin havanında döverek çağına cevap vermek isteyen sanatçının “aşkın” olana yeniden yönelmesi, ona muhayyilesini harekete geçirip “yeniden başlama” kabiliyeti kazandırıyor. Geleneğin anlamlandırma index'ini kuran tasavvuf felsefesi diyonizyak yönüyle ona her zaman ve her yerde yeniden başlama imkânı veriyor. “Aklı sat, aşkı satın al” diyen Mevlana, aklın herşeyi anlamaya çalışmasına karşı, aşk'ın herşeyi kuşatmasını öne çıkarıyordu; biz bu hissedişin varlıkla karşılaşmada a priori bir noktadan yola çıkmaya bağlı olduğunu söyleyeceğiz. Diyonizyak olandaki otonom istenç, öncelikle ve özellikle akıl tarafından değil, kalp tarafından, sevgi yoluyla başlatılır. Şeyh Gâlip, bu hep yeniden başlayabilme özelliğini “Birdenbire bul aşkı / Bu tuhfe (hediye) bulanındır” dizeleriyle anlatır.

Aşk yoluyla diyonizyak ruh durumuna kavuşmak, “feragat”e, yani varlığın izafi yüklemlerinden vazgeçmeye bağlıdır; akıl bilgiyi artırmaya çalışırken, kalp bilgiyi azaltmaya çalışır; akıl parçalarken, kalp toplar; aklın işi biriktirmek iken, kalbin işi eksiltmelerdir. Bu eksiltme işlemi, Hakk'a yoğunlaşma içindir. Muhayyile, gölge varlık'tan imtina ederek ışığın kaynağı olan Hakikat'e yönelir. Bu noktada Aşkın Varlık aklın araştırma konusu değildir, O, kalbin yönelme konusudur; dolayısıyla O araştırılarak değil, O'na benzeyerek anlaşılır. O'na benzemek ise, mutlak yüklemler üzerinde “olmak” ve izafi yüklemler üzerinde “olmamak”la olabilir. İzafetlerden kurtulup mutlak yüklemler edinerek Aşkın Varlık'a yönelme ve onunla bir olma (tahakkuk) durumunda Zat'ın ışık, Varlığın gölge olduğu anlaşılır. Tahakkuk (Hakikat'le-bir-olma), bir başka deyişle 'gölge'nin 'ışık'ta yok olması, suretin aynada kaybolmasına benzetilir. Işık (Mutlak Nûr) paslarından arındırılmış, parlatılmış aynada (kalpte) o derece şiddetle tezahür eder ki, 'gölge'ye benzeyen suret, ışığın (Nûr'un) şiddetinden artık aynada görülmez olur. Neşâtî'nin dediği gibi “Ettik o kadar ref'-i taayyün ki Neşâtî / Âyîne-i pür-tâb-ı mücellâda nihânız”.
 

Işık ve Gölge
 

İslam sanatında ışık ve gölge dikotomisi, Zat, Sıfatlar ve Varlık ekseninde düşünülerek, Güneş > Işık > Gölge ilişkisi şeklinde formulize edilebilir. Bu düşünüş ve algılayışta ışık ve gölge birbirinden ayrı tasavvur edilmez: "Gölge ağaçtan ayrıdır" diyen kişinin körlüğüne rağmen senin güneşinin meydana getirdiği gölgede dolaşıp duruyorum” der Mevlana. “Bir yaz günü sıcakta bir ağacın gölgesine sığınan herkes gölgeden, gölgeyi düşüren ağaçtan bahseder ama, o gölgeyi düşürten güneşten, güneşin nurundan kimse bahsetmez” derken, Varlığın, gölgenin Zat'a, aşkın olan'a perde olduğunu, gölgenin oluşmasına neden olan nesnenin ışığa yönelmeye engel olmaması gerektiğini belirtir. Dolayısıyla geleneksel sanatın özündeki anlayış, ışığı ve gölgeyi birbirine karşıtlık içerisinde değil, denge ve uyumu ifade eden bir ilişkilik içerisinde görmektedir. Benzer anlayışı kadim Çin uygarlığının çini mürekkebi resimlerinde görmek mümkündür. Bu resimlerin özündeki boşluk ve doluluk kavramları her manzara resmini adeta ışığın ve gölgenin denge içerisinde olduğu bir “yin-yang” imgesine dönüştürür. Yin doluluğu, karanlığı ve gölgeyi, Yang boşluğu, aydınlığı ve ışığı sembolize eder. Minyatürde ise, süsleme ve bezeme ögeleri olan renkler ve motifler doluluğu sağlarken, insandan hayvana, buluttan ağaca kadar tüm suretler gerçekçilikten uzak halleriyle birer gölge olarak tasvir edilmişlerdir. Buna karşılık gerçek varlığın karşısındaki gölge varlık, kaynağına aidiyeti nisbetinde bir kutsallık haresiyle sarmalanmıştır. Renk ışığı temsil eder, suret ise gölgeyi. Renk ve suret tezahür eden kutsal ışığın varlığa yayılmış sembolleridir.

Gölge ışığı gösterdiği için, su güneşi yansıttığı için, damla deryayı yankıladığı için aşkın'a yönelen sanat, gölge olarak gördüğü izafi Varlık'tan mutlağa erişimi sağlayan semboller devşirir. Metafizik düşünüşte sembolün kullanımı, aşkın olanın içkin olarak kavranmasına imkân verir; sembol metafizik hakikate yansıtıldığında ve metafizik hakikat sembol üzerinden “teemmül” edildiğinde aşkın hakikat artık benliğe dışsal olmaz; içkin olan aşkın olanla doğrudan sembol üzerinden birleşir. Örneğin, İslam metafiziği üzerinden bir örnek vermek gerekirse, Niyâzî-i Mısrî'nin “ân-ı dâimdir hakikat güneşi” şeklindeki ifadesi içkin olanla aşkın olanı birleştiren bir sembolizme sahiptir.

Burada salt edebi bir benzetme yoktur, aynı zamanda metafizik bir formül vardır. Bu ifadedeki benzeyen “Hakikat Güneşi”, benzetilen “ân-ı dâim” (sonsuz an) olarak alınırsa, benzeyenin de aslında kendi içinde bir benzetme olduğu ve Hakikat'in (benzeyen) Güneş'e (benzetilen) benzetildiğini görürürüz. Niyâzî-i Mısrî, Platonik iyi-güneş benzetmesine bir katman daha eklemektedir: Güneş gibi olan Hakikat, sonsuz andadır; dolayısıyla Hakikat'in gökteki güneşten fark'ı, geçip gitmemesi, daimi bir şimdinin içinde bulunmasıdır. Burada dışsal zamanı belirten “şimdi” içsel zamanın ifadesi olan “an”a dönüştürüldüğünde, Niyâzî-i Mısrî'nin formülü Hakikat'in her an ulaşılabilir olduğunu, onun hiç kaybolmadığını ifade eder. Niyâzî-i Mısrî, Hakikat'in (İyi) güneş sembolü üzerinden teemmül edilmesine “zaman” (aslında, zamansızlık) boyutunu eklemektedir; çünkü sembol bizatihi zamansızdır zaten.
 

İçsel Yolculuğa Davet
 

Bu çerçevede, III. Yeditepe Bienali’nin temasını “Gölge Varsa, Işık da Var” olarak belirledik. Gölgenin ve ışığın birer metafor ve gerçekliğin parçası olarak, insanın kendisini ve varlığı anlamlandırması için bir anahtar işlevi gördüğünü düşünüyoruz. Bu anlamda geleneğe yaslanan sanatçıların, İslam sanatının ve Doğu sanatlarının “anlamlandırma index”leriyle örgüledikleri eserlerini gölge ve ışık üzerine bir düşünüş olarak, aşkın olan'a, Işığa doğru yönelmiş bir içsel yolculuk olarak görüyoruz. Hakikat, ışığın ve gölgenin dansında saklı, Aşkın Olan'la İzafi Olan'ın birlikte uyum içinde olmasında saklı ve bu gizem birbirinden ayrılmaz bir çift olarak, her bir sanat eserinde ve onun felsefi derinliğinde karşımıza çıkıyor. Hep yenidenliği içerisinde geleneksel sanatları kavrayan ve sanatıyla aynileşen sanatçıların yolculuğunu III. Yeditepe Bienali'nin mekanlarında beraber keşfedelim istiyoruz.

Kadim uygarlıklar holistik -bütüncül- uygarlıklardır. Bu uygarlıklardan doğan sanatın, insanın Varlığa bütüncül bakışını geliştirme gibi, gerçekliğin üzerinde eyleyen evrensel ilkeleri sezdirme gibi bir özelliği vardır ve bu yönüyle geleneksel sanat, gerçekçi sanata göre muhayyile'ye ve müzakere'ye daha açıktır. İslam sanatından ve Doğu sanatlarından ilham alan Paul Klee, sanatın yaratılışı değil, yaratışı taklit etmek olduğunu ayrımsayarak, şöyle demiştir: “Bu dünyada hiçbir nesne beni yakalayamıyor. Çünkü ben, hem ölülerin hem de doğmamışların ülkesinde eğleşiyorum. Evrenin, hemen hemen yüreğinin yanında olmak alışılmış durum değil. Ve bununla birlikte o, çok uzaktadır.” Yaratılışı değil, yaratışı taklit eden, onun kurallarını anlamaya ve kavramaya çalışan, “evrenin yüreğinin hemen yanında” durarak ondaki ışık ve gölge dansını 'seyr'e dalan sanatçılar, bizi “bulunuş-dili”ne karşılık “oluş-dili”ne, “-dır”ın kesinliğine karşı “veya”nın açıklığına götürebileceklerdir.

Gölgeyi ve ışığı düşünmek bizi doğrudan Hakikat sorununun merkezine yerleştirir. Gölgenin ışığın konumuna göre yer değiştirmesi onun izafiliğine, ışık olmadığında silinip gitmesi, onun mevhum varlığına işaret eder. Gölgeye var deseniz, var değildir: yok deseniz yok değildir. Sonradan var olmuş ve bir süre sonra son bulacaktır. Gölge kaybolur, güneş kalır. Güneş ve ışık, 'yok olmaz'.